31 Ekim 2009 Cumartesi


ATATÜRK'ün HAYATI
Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selânik'te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi'ndeki üç katlı pembe evde doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi XIV-XV. yüzyıllarda Konya ve Aydın'dan Makedonya'ya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerindendir. Annesi Zübeyde Hanım ise Selânik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş eski bir Türk ailesinin kızıdır. Milis subaylığı, evkaf katipliği ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında Zübeyde Hanım'la evlendi. Atatürk'ün beş kardeşinden dördü küçük yaşlarda öldü, sadece Makbule (Atadan) 1956 yılına değin yaşadı.
Küçük Mustafa öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği'nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik'e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye'ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına "Kemal" i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi'sini bitirip, İstanbul'da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu., Harp Akademisi'ne devam etti. 11 Ocak 1905'te yüzbaşı rütbesiyle Akademi'yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam'da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır'a III. Ordu'ya atandı. 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa'ya gönderildi. Picardie Manevraları'na katıldı. 1911 yılında İstanbul'da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı.
1911 yılında İtalyanların Trablusgarp'a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına getirildi.
Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi.
1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez! " dedirtti. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı'nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal'in askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini değiştirmiştir.
Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları'dan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a geldi. Velihat Vahidettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyehatten sonra hastalandı. Viyana ve Karisbad'a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezâreti'nde (Bakanlığında) göreve başladı.
Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını " ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.
Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'I işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye - ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı.
Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları şunlardır:
Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü'nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı.
Çukurova, Gazi Antep, Kahraman Maraş Şanlı Urfa savunmaları (1919- 1921)
I. İnönü Zaferi (6 -10 Ocak 1921)
II. İnönü Zaferi (23 Mart-1 Nisan 1921)
Sakarya Zaferi (23 Ağustos-13 Eylül 1921)
Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük Zafer (26 Ağustos 9 Eylül 1922)
Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal'e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'yla sonuçlandı. Böylece Sevr Antlaşması'yla paramparça edilen, Türklere 5-6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel kalmadı.
23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı. 1 Kasım 1922'de hilâfet ve saltanat birbirinden ayrıldı, saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'yla yönetim bağları koparıldı. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet idaresi kabul edildi, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet'in ilk hükümeti kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ve "Yurtta barış cihanda
barış" temelleri üzerinde yükselmeye başladı.

Atatürk Türkiye'yi "Çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak" amacıyla bir dizi devrim yaptı. Bu devrimleri beş başlık altında toplayabiliriz:
1. Siyasal Devrimler:· Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)· Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)· Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)2. Toplumsal Devrimler· Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)· Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)· Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)· Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934)· Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)· Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931)3. Hukuk Devrimi :· Mecellenin kaldırılması (1924-1937)· Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937)4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler:· Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924)· Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)· Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)· Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)· Güzel sanatlarda yenilikler5. Ekonomi Alanında Devrimler:· Aşârın kaldırılması· Çiftçinin özendirilmesi· Örnek çiftliklerin kurulması· Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması· I. ve II. Kalkınma Planları'nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması
Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934'de TBMM'nce Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadı verildi.
Atatürk, 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde TBMM Başkanlığına seçildi. Bu başkanlık görevi, Devlet-Hükümet Başkanlığı düzeyindeydi. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927,1931, 1935 yıllarında TBMM Atatürk'ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti.
Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetledi. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye'yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını komutanlarını ağırladı.
15-20 Ekim 1927 tarihinde Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan büyük nutkunu, 29 Ekim 1933 tarihinde de 10. Yıl Nutku'nu okudu.
Atatürk özel yaşamında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923'de Latife Hanımla evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü. Çocukları çok seven Atatürk Afet (İnan), Sabiha (Gökçen), Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine aldı. Yaşayanlarına iyi bir gelecek hazırladı.
1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kızkardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox'a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı. Fransızca ve Almanca biliyordu.

ATATÜRK'ÜN SON YILLARI VE ÖLÜMÜ

Atatürk'ün ilk hastalık belirtisi 1937 yılında ortaya çıktı. 1938 yılı başlarında Yalova'da bulunduğu sırada, ciddî olarak hastalandı. Buradaki tedavi olumlu sonuç verdi. Fakat tamamen iyileşmeden Ankara'ya yaptığı yorucu yolculuk, hastalığının artmasına sebep oldu. Bu tarihlerde Hatay sorununun gündemde olması da onu yormaktaydı. Hasta olmasına rağmen, Mersin ve Adana'ya geziye çıktı. Kızgın güneş altında askerî birliklerimizi teftiş edip tatbikat yaptıran Atatürk, çok yorgun düştü. Ülkü edindiğimillî dava uğruna kendi sağlığını hiçe saydı. Güney seyahati hastalığının artmasına sebep oldu. 26 Mayıs'ta Ankara'ya döndükten sonra tedavi ve istirahat için İstanbul'a gitti. Doktorlar tarafından, siroz hastalığı teşhisi kondu.

Deniz havası iyi geldiği için, Savarona Yatı'nda bir süre dinlendi. Bu durumda bile ülke sorunlarıyla ilgilenmeye devam etti. İstanbul'a gelen Romanya kralı ile görüştü. Bakanlar Kurulu toplantısına başkanlık etti. 4 Temmuz 1938'de Hatay Antlaşması'nın yürürlüğe girmesi Atatürk'ü çok sevindirip moralini düzeltti. Temmuz sonlarına kadar Savarona'da kalan Atatürk'ün hastalığı ağırlaşınca Dolmabahçe Sarayı'na nakledildi. Fakat hastalığı durmadan ilerliyordu. O'nun hastalığını duyan Türk halkı, sağlığıyla ilgili haberleri heyecanla takip ediyor, bütün kalbiyle iyileşmesini diliyordu. Hastalığının ciddiyetini kavrayarak 5 Eylül 1938'de vasiyetini yazıp servetinin büyük bir kısmını Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarına bağışladı. Ekim ayı ortalarında durumu düzelir gibi oldu. Fakat, çok arzuladığı hâlde, Ankara'ya gelip cumhuriyetin on beşinci yıl dönümü törenlerine katılamadı.

29 Ekim 1938'de kahraman Türk Ordusu'na yolladığı mesaj, Başbakan Celâl Bayar tarafından okundu. "Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu!" sözü ile Türk Ordusu'nun önemini belirtmiştir. Yine aynı mesajda "Türk vatanının ve Türk'lük camiasının şan ve şerefini, dahilî ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni, her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır" diyerek Türk Ordusu'na olan güvenini belirtmiştir.

Atatürk 1 Kasım 1938'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılış töreninde de bulunamadı. Hazırladığı açılış nutkunu Başbakan Celâl Bayar okudu. Atatürk bu nutkunda ülkenin imarı, sağlık hizmetleri ve ekonomi konularındaki faaliyetleri açıkladı. Bundan başka eğitim ve kültür konularına da temas edip gençliğin millî şuurlu ve modern kültürlü olarak yetişmesi için İstanbul Üniversitesi'nin geliştirilmesi, Ankara Üniversitesi'nin tamamlanması ve Van Gölü civarında bir üniversitenin kurulması için çalışmaların yapıldığını belirtti. Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarının çalışmalarından duyduğu memnuniyeti açıkladı. Ayrıca Türk gençliğinin kültürde olduğu gibi spor sahasında da idealine ulaştırılması için Beden Terbiyesi Kanunu'nun uygulamaya konulmasından duyduğu memnuniyeti belirtti. Atatürk, ölümüne kadar memleket meselelerinden bir an olsun uzak kalmamıştı.

Atatürk'ün hastalığı tekrar şiddetlendi. 8 Kasımda sağlığıyla ilgili raporlar yayımlanmaya başlandı. Bütün memleketi tekrar derin bir üzüntü kapladı. Her Türk'ün kalbi onun kurtulması dileğiyle çarpıyordu. Ancak, kurtarılması için gösterilen çabalar sonuç vermedi ve korkulan oldu. Dolmabahçe Sarayı'nda 10 Kasım 1938 sabahı saat dokuzu beş geçe, insan için değişmez kanun, hükmünü uyguladı. Mustafa Kemal Atatürk aramızdan ayrıldı. Bu kara haberle, yalnız Türk milleti değil, bütün dünya yasa büründü. Büyük, küçük bütün devletler onun cenaze töreninde bulunmak üzere temsilciler göndererek, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusuna karşı duydukları derin saygıyı belirten mesajlar gönderdiler. 16 Kasım günü Atatürk'ün tabutu, Dolmabahçe Sarayı'nın büyük tören salonunda katafalka konuldu.
Üç gün üç gece, gözü yaşlı bir insan seli ulu önderine karşı duyduğu saygı, minnet ve bağlılığını ifade etti. Cenaze namazı 19 Kasım günü Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırıldı. On iki generalin omzunda sarayın dış kapısına çıkarılan tabut, top arabasına konularak, İstanbul halkının gözyaşları arasında Gülhane Parkı'na götürüldü. Buradan bir torpido ile Yavuz zırhlısına nakledildi. Büyük Ada açıklarına kadar, donanmamız ve törene katılmak için gelmiş olan yabancı gemilerin eşlik ettiği Yavuz zırhlısı cenazeyiİzmit'e getirdi. Burada Yavuz zırhlısından alınan cenaze, özel bir trene kondu. Atalarına son saygı görevlerini yapmak üzere toplanan halkın kalbinde derin bir üzüntü bırakarak Ankara'ya getirilmek üzere hareket edildi.

Atatürk'ün vefatı üzerine cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, bakanlar, Genelkurmay Başkanı, milletvekilleri ile ordu ve devlet ileri gelenleri tarafından karşılanan cenaze, Türkiye Büyük Mîllet Meclisi önünde hazırlanan katafalka kondu. Ankara halkı da onun cenazesi önünden saygıyla geçerek son görevini yaptı. 21 Kasım 1938 Pazartesi günü, sivil ve askerî yöneticiler ile yabancı devlet temsilcilerinin hazır bulunduğu ve on binlerce insanın katıldığı büyük bir tören yapıldı. Daha sonra Atatürk'ün tabutu katafalkta alınarak. Etnografya Müzesinde hazırlanan geçici kabre kondu. Türk milleti daha sonra, bu büyük insana lâyık, Ankara Rasattepe'de bir Anıtkabir yaptırdı. 10 Kasım 1953'te Etnografya Müzesinden alınan Atatürk'ün naaşı Anıtkabir'e getirildi. Burada yurdun her ilinden getirilmiş olan vatan topraklan ile hazırlanan ebedî istirahatgâhına yerleştirildi.

Merhaba

CUMHURİYET
M. Ali KAYA
Cumhur, halk ve topluluk anlamına gelir. Sosyal hayatta hayatını geçirmek durumunda olan insan için cumhurun ve toplumun büyük önemi vardır. Dinin insana yüklediği sorumlulukların büyük bir çoğunluğu sosyal hayat ile ilgilidir. Bu nedenle insan, toplum ve yönetim şekli olan cumhuriyet arasında önemli bir ilgi ve alaka vardır. Yüce Allah'ın âdemi toplum içinde ihtiyaçlarını giderebilecek bir mahiyette yaratmıştır ki sosyal hayat teşekkül etsin. Toplum hayatı oluşturma amacına yönelik yarattığı insana yüce Allah'ın Kur’ân-ı Kerimde “Nâs” ve “Ey İnsanlar!” şeklinde hitap etmesi “Herkesi cumhur-u nâsa tabi olmaya davet eder. Çükü, cumhura muhalefet öyle bir hatadır ki, o hatayı irtikâp etmek, kalbin, vicdanın şanından değildir.” (İşaratu’l-İ’câz, 2006, s.163) Bu önemli sebeplerden dolayıdır ki cumhuriyet insana değer veren ve insanın yaratılıştan kendisine ihsan edilen iradenin kullanımını sağlayan “temel hak ve hürriyetlerin” kullanımına imkân tanıyan ve insanı insan yapan değerlerin ortaya çıkmasına yardım eden siyasal sistemdir.

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri bu nedenle Cumhuriyeti “adalet, meşveret ve kanun hâkimiyeti” (ESDE, Makâlât, 2009, s.53) şeklinde tarif etmiştir. Çağımız hak ve hürriyetlerin kâmil manada uygulanması ile insanların insanlık özelliklerinin ortaya çıktığı ve kabiliyetlerinin inkişaf ettiği bir dönemdir. Teknolojik gelişmelerin ve insanların hayatını kolaylaştıran gelişmelerin yaşanmasının sebeplerinden en önemlisi de budur. İnsanın kendisini keşfettiği, hak ve hürriyetlerin değerini anladığı ölçüde insanlığı da medeniyeti de gelişme kaydetmeye devam edecektir.

Sosyolojik olarak insanlığın geçirdiği dönemleri de dikkate alan Bediüzzaman “Hayat-ı içtimaiye-i siyasiye itibarıyla beşerin birkaç devir geçirdiğini, bunların bahşet ve bedevilik, memlukiyet, esaret, ecirlik ve son olarak da malikiyet ve serbestiyet devrine geldiğini” (Mektubat, 2004, s.617) tespit ifade eder. Malikiyet ve serbestiyet devrinin siyasi sisteminin de ancak Demokratik Cumhuriyet olacağını çeşitli yerlerde ifade eder. Kur’ân-ı kerim ve onu esas alan sahabe ve mezheplerin insanların saadeti açısından siyasi olarak ancak çoğunluğun rızasına dayanan “Cumhurî Demokrasi” sistemini işlettikleri ve bilhassa sahabelerin uyguladıklarını ifade eder. Bediüzzaman bu hususu “Dört halife birer reisicumhur idiler. Hem manasız isim ve resimden ibaret bir cumhuriyetin değil, belki hakiki adaleti ve şer’i hürriyeti içinde barındıran dindar anlamdaki bir cumhuriyetin reisleri idiler” (Şualar, 2005, s. 445-446) şeklinde ifade eder.

Cumhuriyet halkın iradesine önen veren bir sistem olduğu için “Din ve vicdan hürriyetini” ve “Fikir Hürriyetini” en kâmil manada uygulayan “Temel Hak ve Hürriyetlere” en geniş şekilde uygulayan bir sistem olmak durumundadır. Böylece Cumhuriyet “manasız isim ve resim olmaktan” çıkacak ve gerçek manada bir cumhuriyet olacaktır.

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri 1922 Kasımında Ankara’ya gelerek TBMM’de bir beyanname neşretmiş ve “Bu ınkılab-ı azimin temel taşları sağlam gerek” (Tarihçe-i Hayat, 2006, s.224) buyurarak Cumhuriyetin sağlam temeller üzerine oturması gerektiğini izah etmiştir. Ama ne ki Cumhuriyet “Tek Parti Diktasına” dönüştürülerek isim ve resimden ibaret hale getirilmiş, Cumhuriyet ve hürriyet namına en şiddetli istibdat uygulanmıştır.

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri Cumhuriyete değil, cumhuriyetin istibdada alet edilmesine karşı çıkmıştı; ama “Cumhuriyet düşmanı” ithamı ile çıkarıldığı hakim huzurunda şöyle diyordu: “Eskişehir mahkeme reisinden başka, daha sizler dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki Tarihçe-i Hayatım ispat eder.” (Şualar, 2005, s.445) Bediüzzaman “dindar bir cumhuriyetçi” idi. Bediüzzaman’ın “Meşrutiyet-i Meşrua” “Hürriyet-i Şer’iye” ve “Dindar Cumhuriyet” kavramlarını aynı manaları ifade eden farklı kelimelerdir. Kelimelere takılıp kalmayan ve manaya önem verenler anlarlar ki “Hulefa-i Raşidin hem halife, hem reis-i cumhur idiler. Sıddik-i Ekber (ra) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler” (Şualar, 445-446) cümlesinde “Cumhuriyet” kavramı “adalet ve hürriyet” (Volkan, 26 Şubat 1909, sayı: 70) kavramlarının açılımından ve uygulamasından ibarettir.

Bediüzzaman’a göre esas olan isim değildir; içeriktir. İçinde “adalet, meşveret ve kanun hâkimiyeti” olmayan her sistem ve idare şekli adı ne olursa olsun ister “Şeriat” ister “Cumhuriyet ve Demokrasi” fark etmez istibdattan ibarettir. Bediüzzaman, Meşrutiyet ve Kanun-i Esasiyi de “Adalet ve meşveret-i şer’iye” olarak görür. (ESDE, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 120) “Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez.” (Age, s. 137) “İstibdat ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libasını giysin ve ismini taksın, rast gelsem sille vuracağım” (Age, s. 136) der.

Yüce Allah'ın idareciden istediği şey adalettir. (Nisa, 4:58; Nahl, 16:90) Allah'ın en sevmediği şey ise zulümdür (Âl-i İmran, 3:57) ve Allah zalimleri hidayete erdirmez. (Âl-i İmran, 3:86) Bu nedenle idarecinin ibadeti her şeyden önce adaletle hükmetmektir. Adaletin sağlanması ise öncelikle “Hürriyetin” en geniş manada uygulanmasına bağlıdır. İşlerin de meşveret esasına göre yapılması gerekir ki yüce Allah'ın inananlara emri budur. (Âl-i İmran, 3:159; Şura, 42:38) Seçim, yani halkın idarecisini seçmesi ise zaten istişare mekanizmasının işlemesidir ki sahabelerin halifeleri seçmesi bu şekilde olmuştur. Bu şerî ve Kur’ânî prensiplerin ve kanunların uygulanması ise Demokratik Cumhuriyetin “Cumhuriyet prensiplerine göre” uygulanması ile hayatiyet kazanır.

Bediüzzaman ve ondan iman ve Kur’an dersi alan “Risale-i Nur Talebeleri” be manada Cumhuriyeti “hürriyet-i fikir ve hürriyet-i vicdan düsturunu en geniş manasıyla tatbik eden cumhuriyet ve demokrasi kanunları” (Emirdağ Lâhikası, 2006, s.707) olduğuna inanmışlardır.

Bediüzzaman’a göre “cumhuriyet” hürriyetin en geniş şeklidir. TC hükümeti de cumhuriyetin en serbest şeklini kabul etmiştir. Dolayısıyla asayişe dokunmamak şartıyla cumhuriyet hürriyeti hürriyet-i ilmiyeyi baskı altına alamaz. (Tarihçe-i Hayat, 2006, s.359)

Cumhuriyetin ilanından 1950’de “Demokrasiye” geçene kadar geçen 27 sene Cumhuriyet adına koyu bir istibdadın yaşandığı dönem olmuştur ki bu dönem “Milli Şef Dönemi” ve “Tek Parti İstibdadı” olarak tarihe geçmiştir. Bediüzzaman gibi “ben dindar bir cumhuriyetçiyim” diyenler dahi cumhuriyet düşmanı olarak hapislere ve sürgünlere mahkûm edilmiştir. Bu nedenle Bediüzzaman mahkemede zamanın idarecilerini “İstibdad-ı mutlaka ‘cumhuriyet’ namı vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahat-i mutlaka ‘medeniyet’ namı vermekle, cebr-i keyf-i küfriye ‘kanun’ namını takmakla” (Tarihçe-i hayat, 638, 859) itham ederek, uygulamanın cumhuriyet ve medeniyetle ilgisinin olmadığını yüzlerine haykırmıştır.

Sonuç olarak cumhuriyet, “Adalet, eşitlik, hürriyet, meşveret ve seçim” gibi siyasi prensipleri içine alan (ESDE, Makâlât, s.53) ve uygulayan ideal bir idari sistemdir. Demokrasi de seçimi ve imtiyazsızlık manasında eşitliği esas aldığı için cumhuriyetin demokrasi ile taşlanması ve “Cumhurî demokrasi” olması cumhuriyeti şeriatın da istediği ideal bir sistem haline getirmiştir. Cumhuriyetçi demokrasiyi diğer demokrasilerden ayıran en önemli özellik de cumhurun yani, halkın idarecisinin azınlık tarafından değil halkın yüzde ellisinden fazlasının yani çoğunluğun rızası ile seçimine dayanmasındandır. Bu da iki dereceli bir seçim sistemi ile halkın cumhurbaşkanını seçmesi ve başkanlık sistemine geçmesi ile sağlanabilir. Bu durumda “adalet, hürriyet, seçim, meşveret, kanun hâkimiyeti ve kanun karşısında herkesin eşit olması” gibi temel prensiplerini dinden alan cumhuriyet Bediüzzaman’ın istediği ve tarif ettiği “dindar bir cumhuriyet” olacaktır.